Yüzyıllık Mücadele: Âsım ile Halûk
Avrupalılaşmanın bir kültür ideali haline geldiği/getirildiği yıllar. Tevfik Fikret, Sirkeci İstasyonu’nda mühendislik okumak için İskoçya’ya gitmek üzere yola çıkan oğlu Haluk’a şöyle sesleniyordu:
“Bir ziya karbanı bul ve katıl
Gez, dolaş, kâinatı efkarı
Ne bulursan bırakma, sanat, fen
İ’timad, itina, cesaret, ümid
Hepsi lazım bu yurda, hepsi müfid”
Öğrenci, ona göre batı değerlerini aktaran bir ajan olduğu için, Haluk’u, Yunan Tanrısı Promete’ye benzetmiş ve “Promete” adlı şiirinde bu sefer de:
“Gör daima önünde esatir-i evvelin
Gökten dehayı narı çalan kahramanın” diye sesleniyordu.
Tevfik Fikret için Batının fenni, tekniği, kültürü yüksek bir değerdi. Aklı putlaştırmış, pozitivizme yürekten iman etmiş, bilime tapan bir aydındı o. İslam dininin de Batıdan gelen şeylere direndiğini düşünüyordu.
Mehmet Akif Ersoy ise Avrupa’da tahsil gören gençler için şöyle diyordu.
“Hele hayran kalır insan yetişen gençlere de.
Bunların birçoğu tahsil eder İngiltere’de.
Sonra dindaşlarının ruhu olur, kalbi olur.”
Çünkü onun için Batıdan alınacakların bir sınırı vardı. Bilimi alalım ama Tevfik Fikret’in dediği gibi kültürünü, sosyal değerlerini almayalım diyordu.
Şimdi Haluk’a dönelim. Bakalım babasının dediği gibi memlekete bir faydası dokundu mu? Ortaöğretimini Robert Koleji’nde alan Haluk, bu okulda her sabah İncil dersleri ve sabah ayinlerine katılmak zorundaydı. Sonra babası onu İskoçya’nın Glasgow kentine gönderdi. Yıl 1909. Daha 16 yaşında. Ancak Haluk çoktan Hristiyan olmuştu bile.
Tevfik’in tepkisi kısaca; “Düşünce özgürlüğü ile dinden ayrılmanı anlarım da üç tanrıya tapmanı bir türlü anlayamadım” şeklinde olur ancak iş işten geçmiştir. Sonra Amerika’ya geçti Haluk ve oradan dönmedi. Önce Michigan Üniversitesi’nde makine mühendisliği ardından da akademik kariyer yaparak, Ohaio, Dünois ve Cincinatti Üniversitelerinde ders vermeye başladı.
Sonra Amerika’da Hristiyan bir kadın olan Ethel Gill ile evlendi ve papaz oldu. Dünya üzerinde mühtedi bir Hristiyan olarak papaz olabilen beşinci kişi unvanını aldı.
Oysa o “Siyah toprağı altın yapacak fenni” öğrenmiş olarak gelecekti. Çocuğunu Anglosakson eğitim sistemiyle eğitirsen olacağı bu.
Haluk, Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi “tarihten kaçanların ismidir” ve yabancılaşmış Türk aydını Haluk’un şahsında müşahhaslaşmış ve ibret dolu bir vesika olarak önümüzde durmaktadır.
Tanzimat’tan bu yana evlatlarına tarihi ve kültürel şuuru verememiş ailelerin de durumunu gözler önüne serdiği gibi, pozitivist temelli eğitim sisteminin ve yabancı okul müptelalığının da acı bir örneğidir bu.
Akif’in “Asım Projesi” ise modernleşen ve değer bütünlüğünü kaybeden toplum için sunulan bir gelecek nesil modeliydi. Döndüğünde vatanına hayırlı vazifeler yapması beklenen, tarihi ve kültürel birikimini kaybetmemiş, donanımlı, Batının o dönemlerde başarılı olduğu ilimleri de özümsemiş, doğuya da batıya da hâkim, vatansever bir genç modeli…
Haluk projesi gibi Asım projesi bir gelecek nesil projesi olarak devreye sokulmak istenmiştir. Bunun da hazin bir öyküsü vardı ya neyse. 1966 yılında Milliyet Gazetesi önünde Çetin Altan’ın cebine 10 lira para sıkıştırdığı ve bir ay sonra da Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde ölüsünün bulunduğu Mehmet Akif’in gerçek oğlunun hazin hikâyesini bilirsiniz.
Neyse mevzumuz odur ki; Türkiye son yüzyıldır Haluk ve Asım projesinin birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği bir ülkedir. Vaktiyle yurtdışına öğrenci gönderme geleneğinin temel nedeni, devlet kademelerinde görev alacak uzman, teknokratların yetiştirilmesiydi. Sonra medya ve sanat dünyasına da nüfuz edecek olan bu kişiler marifetiyle topyekûn bir aydınlanma yaşanacaktı. Sonuç, yabancılaşma ve alafrangalık… Ve alafranga züppeler olarak nam salan gençlik…
Diğer taraftan da yerli, tarihi ve kültürel birikimini kaybetmemiş, irfan sahibi, kaliteli bir gençlik…
Ve bu iki zihniyet arasında uzunca bir zaman bocalama dönemi. Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük… İthal kavramlardan bir çıkış yolu arama macerası ve Anadolu’dan neşet etmesi beklenen özgün, ulvi ve yerli düşünce kanallarının tıkanması. Bir acayip hazin öyküdür bu.
Geçenlerde Fuat Uğur da yazdı. Sadece 1904 yıllında sırf Amerikalı Protestan misyonerlere ait okul sayısı 465 civarındaydı. 752 adet Fransız Okulu vardı. Yurtdışında ise öğrenci yoğunluğundan da örneğin; Paris’te Mekteb-i Osmani ve Mekteb-i Muradyan adında okullar açılmıştı. Yani bir taraftan yurtdışına gönderilen Haluk adayları diğer taraftan da yurtiçinde açılan Saint Joseph ve Notre Dame de Sion gibi yabancı okullar…
Fuat Uğur’un köşesinde de ifade ettiği gibi; Bu okullara 1990’lı yıllardan itibaren açılan özel okullar, İngilizce eğitim veren Anadolu liseleri eklendi. Yerli sermayeyle Batı hayranlığının tohumlarını eken, öğrencisini ülkesine yabancılaştıran, vatan sevgisinden uzak gençleri yetiştirdiler, tıpkı yabancı okullar gibi. Çürümüş eğitim sistemiyle devlet okulları da onlara eşlik etti.
Hal böyle olunca FETÖ bu ülkenin evlatlarını kolaylıkla devşirdi. Ve onları gözü kara birer canavara dönüştürdü. Bugün ülke aleyhine çalışan Ahmet Şık ve Can Dündar gibi hainler hangi ülkenin okulundan mezun oldu? Bir tane Robert Koleji gibi bir okul kuramazsan yani kendi yerli okul sistemini inşa edemezsen ve hala bu umurunda bile değilse mütemadiyen Haluklar kazanmayacak mı?
Bakın bu sene yeni öğretim yılı için maalesef hiçbir devlet yetkilisi FETÖ’ye vurgu yapmadı fark ettiniz mi? Oysa FETÖ kurduğu kendi okul sistemiyle hainler yetiştirdi. Bu ülkenin bağımsızlığının yegâne yolunun kendi okul sistemimizi kurmaktan geçtiğini ne zaman idrak edeceğiz?
Yorum Yazın