Tevhid-i Tedrisat’ın 95.Yıldönümü!
Tarih, 1 Mart 1924. Saruhan Mebusu Vasıf Çınar ve arkadaşları, Tevhid-i Tedrisat Hakkındaki Kanun Teklifi’ni TBMM’ne sundular.
TBMM’ne sunulan kanunun gerekçesinde: “Bir devletin irfan ve maarif-i umumiye siyasetinde, milletin fikir ve his itibariyle vahdetini temin etmek için tevhid-i tedrisat en doğru, en ilmî, en asrî ve her yerde fevâid ve muhassenâtı görülmüş bir umdedir… Saltanat-ı Münderise-i Osmaniye, tevhid-i tedrisâta başlamak istemiş ise de buna muvaffak olamamış ve bilakis bu hususta bir ikilik bile vücuda gelmiştir. Bu ikilik, vahdet-i terbiye ve tedris nokta-i nazarından birçok muzır neticeler tevlid etti. Bir millet efradı ancak bir terbiye görebilir. İki türlü terbiye, bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Bu ise vahdet-i his ve fikir ve tesânüt gayelerini külliyen muhildir. Teklif-i Kanunîmizin kabulu takdirinde Türkiye Cumhuriyeti dâhilindeki bilumum irfan müessesâtınınmerci-i yegânesi Maârif Vekâleti olacaktır…”yazılıdır.
Gerekçede, ”Bir millet efradı ancak bir terbiye görebilir. İki türlü terbiye, bir memlekette iki türlü insan yetiştirir” ifadeleri aynı zamanda pozitivist, bilimci, akılcı, Batıcı, tek-tipçi eğitim anlayışının start verildiğini göstermekteydi.
Karesi Mebusu Hasan Basri daha üç yıl önce yapılan kongrede olacakları sezmiş ve itirazlarını şöyle dile getirmişti; “... bu kongre halkın en samimi hissiyatını incitmiş evliya-yı etfali(öğrenci ana babaları) derin derin düşündürmüştür.(doğru! sesleri) Hâlbuki maarif müessesi her şeyden evvel halkın ruhuna ve terbiye-i içtimayisine uygun bir hat-tı hareket ittihaz ettiğini halka göstermek ve bu surette mekteplere karşı muttasıl bürudeti (sürekli olan soğukluğu) izale etmek vazifesiyle mükellef idi. Maarif Vekâleti tamamen buna aykırı harekette bulunmuştur.”
Kanun uygulanışı itibariyle devlet denetimi dışında eğitim veren tüm öğretim kurumlarının varlığına son verdiği gibi din eğitimi devletin tekeline alınmış ve vakıflar da devletin tasarrufuna verilmiştir. Bakıldığında 1924 yılında mecliste kabul edilen yasalarla bir bakıma ileride gerçekleşecek olan bazı inkılâpların alt yapısının oluşturulmak istendiğini görmekteyiz.
Kanunun ilanından bir yıl sonra 27 Nisan 1925’te Başvekil İsmet İnönü, Türk Ocakları Merkezi’nde yaptığı konuşmada, “Türk’e ve Türklüğe riayet etmeyeni ezeceğiz. Memlekete hizmet edenlerden talep edeceğimiz, her şeyden evvel Türk ve Türkçü olmaktır.” demişti.
Ayrıca İnönü’nün Muallimler Birliği’nde yaptığı bir konuşma ülkenin eğitim anlayışının sınırlarını çizmekteydi. İnönü, “hedefe varmak için her cahilane itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir. Kanunun bu husustaki salahiyetini bütün şümulü ile tatbikte en ufak bir tereddüt gösterecek değiliz. Hiç bir mani karşısında tevakkuf etmeyeceğiz, ettirmeyeceğiz” demiştir.
Büyük Şef, yeni terbiye sisteminin esaslarını da şöyle belirtiyordu: “Milli terbiye istiyoruz; bu ne demektir. Bunu zıddile daha vazıh anlarız. Milli terbiyenin zıddı nedir derlerse söyleyebiliriz, bu belki dini terbiye yahut beynelmilel terbiyedir. Sizin vereceğiniz terbiye dini değil milli, beynelmilel değil millidir. Sistem bu. Dini terbiyenin milli terbiyeye taarruz teşkil etmediğini, zaman, her iki terbiyenin kendi yollarında en temiz bir tecelli göstereceğini ispat edecektir. Beynelmilel terbiyeye gelince esas itibariyle dini terbiye dahi bir nevi beynelmilel terbiye demektir. Bizim terbiyemiz kendimizin olacak ve kendimiz için olacaktır” diyerek eğitimin milli bir karakterde işlev görmesini buyuruyordu.
Kaldı ki Tevhid-i Tedrisat Hakkındaki kanun da, bu tekçiliğe hizmet etmek için yürürlüğe sokulmuştur. Tevdid-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılmasına neden olan en önemli etken kuşkusuz Osmanlı eğitim sisteminin milli kültürün oluşmasına engel olduğu inancıydı. Bu bakımdan özellikle ders kitaplarında sıklıkla medreselerin kötülendiğine tanıklık ederiz. Medrese denildiğinde eli sopalı, gerici, yobaz şiddet yanlısı hocalar, ahırdan bozma derslikler ve dünyadan kopuk bilgilerin verildiği ucube bir sistem akla gelir.
Kanunla birlikte eğitim, eski devrin anlayışını -siz bunu Osmanlı kültür ve yaşam anlayışı olarak da alabilirsiniz- yok sayan, dışlayan dolayısıyla yeni devletin şekillenecek olan milliyetçi esaslarına göre tanzim edilmesinin önü açılmıştır.
Öyle ki ders kitapları dâhil eğitim hayatının tümü resmi ideoloji ile kuşatılacak ve ülkedeki farklılıklar aşırı milliyetçi temalarla dışlanacak ve yok sayılacaktır. Dönemin çocuk dergilerinde bile yer yer Osmanlı kötülenecek ve o dönem aile ve eğitim hayatının bir hayli despot olduğu gösterilecektir. Yeri gelmişken elime geçirdiğim 1940 yılında yayınlanan bir çocuk dergisinden örnek vereyim. Bu tür örneklerin Cumhuriyet dönemi boyunca işlendiğini de not düşerek.
Türk Çocuğunun Dergisi’nde “Çocuklar, Cumhuriyetinizin kıymetini bilin” başlıklı bir okuma parçasında önce bir resim konulmuştur. Resimde başı fesli, ağzından köpükler saçan, sakallı, elinde sopası gayet çirkin iki insan ve aralarında elinde Arapça yazılar yer alan masum bir çocuk yer almaktadır. Resmin hemen altında da şu ifadeler yer verilmiş, “... Padişahlık devrinde (vatan, millet, hürriyet) gibi kelimeleri kullanmak kimsenin haddi değildi.
Çünkü bu kelimeleri kullananlar padişah aleyhine milleti ayaklandıracak, hürriyet fikri aşılayacak sanılırdı ve bu insanlar zindanlara atılır, sürgünlere gönderilirdi. Hatta bunların manasını bilmeyen ve bilmeden kullanan çocukların bile dayaktan halleri berbat olur ailelerin başına olmadık işler açılırdı!
İşte bu resimde bir çocuk kâğıda bu kelimelerden yazmış, mubassır yakalamış mektep müdürünün huzuruna sürüklüyor bir taraftan da sorgu yapılıyor neticede mektepten kovulacak yahut bin bir tövbe ettirilecek! Belki mubassırın da bunu yakaladığı için maaşı artırılacak!
Günümüzde 1924 yılında yürürlüğe sokulan Tevhid-i Tedrisat kanunun büyük bir kültür hamlesi olduğuna dair üretilmiş yaygın bir kanaat var. O dönem neredeyse her inkılâbın sorgulanmadan kamuoyu önünde birer efsaneye dönüştürüldüğünü dikkate aldığımızda Tevhid-i Tedrisat Kanunu hakkında da benzer birtakım efsanelerin üretildiği bir gerçektir.
Türkiye’de bir taraftan tabulaşan bir taraftan da koruma altında tutulduğundan ötürü olsa gerek bu tür kanunlar hakkında ne yazık ki yeterli çalışmalar yapılmamış. Dolayısıyla bugün neredeyse bir örneğini 3. dünya ülkelerinde bile rastlamadığımız Tevhid-i Tedrisat’ın eğitim sistemini nasıl sekteye uğrattığı yönünde elimizde çok az çalışma bulunmaktadır. Tevhid-i Tedrisat 19. yüzyıl dönemi ulus devletçi sistemlerin estirdiği “tekçi” anlayışın bir ürünüdür. Bilindiği gibi o dönem ulus devletlerin hâkim ideolojilerini toplumun tüm kesimlerine yaymak adına eğitimi kurumsallaştırdıklarını görüyoruz. Dolayısıyla eğitim mecburi ve parasız tutularak ideolojik bir endoktrinasyon kurumu olarak işlev görmüştür. O dönem gerek Almanya’da ve gerekse İtalya’da da benzer uygulamaları görmekteyiz.
Toplum, bu tür sistemlerde eğitim kurumları aracılığıyla değiştirilmek istenmiş mevcut egemen ideolojilerine bağlılık ve itaat buralarda aşılanmaya çalışılmıştır. Bunu da yürürlüğe soktukları kanunlar marifetiyle gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Dönemin zihinsel atmosferine bakıldığında Tevhid-i Tedrisat’ın homojen, kaynaşmış, tek bir renkten ulus oluşturma yönünde bir maarif politikası geliştirdiğini görmekteyiz. Eğitim aracı edilerek ileride gerçekleşmesi muhtemel devrimlerin toplum tarafından içselleştirilmesi hedefleniyordu. O dönem ders kitaplarına ve eğitim programlarına bakıldığında bunu daha net bir biçimde müşahede edebiliyoruz.
Diğer taraftan diyelim ki o dönem böyle bir anlayış hâkimdi ayrıca çağdaş bilimsel yaklaşım pozitivizmdi vs. ancak bugün dünya çok değişti. Bugün farklı bilimsel yaklaşımlar söz konusu, teknolojinin hızla gelişmesiyle de hem farklı ihtiyaç alanları hem de buna bağlı yeni meslekler ortaya çıktı. Buna rağmen aradan 90 yıl geçmesine rağmen hala bu kanunu savunanlar bulunmaktadır.
Oysa kanunu eğitim çerçevesinden savunmak demek bir bakıma günümüz dünyasının gerçeklerini tanımamak demektir.
Yorum Yazın