Pozitivist, Seküler Bağnazlık
Hayat Bilgisi, Sosyal Bilgiler, Türkçe ve İnkılap Tarihi gibi okul ders kitaplarında yıllardır şöyle bir görsel ile karşılaşırız. Bir tarafta, çarşaflı bir kadın, başında fes ve sakalıyla eşinin ve çocuklarının yer aldığı bir aile fotoğrafı.
Onun hemen yanına da makyajlı, başı açık, pantolon giymiş çağdaş bir hanım ve gayet modern giyimli eşinin ve çocuklarının yer aldığı başka bir aile fotoğrafı.
Bu fotoğrafların üstüne de; “Bir zamanlar böyleydik. Devrimler sayesinde şimdi böyle giyiniyoruz” başlıkları ilave edilerek çocuklara Türkiye’nin modernleşme süreci anlatılmaya çalışılır.
23 Nisan gösterilerinde de çarşaf giydirilen küçücük kız çocuklarının, 10. yıl marşı eşliğinde çarşaflarını çıkartarak mini etekleriyle dans ettirildiğine şahit olmuşuzdur.
Bir dönem 7.sınıf Türkçe ders kitabında “Atatürk ve Türk Tiyatrosu” başlıklı bir okuma parçasında şöyle bir bölüm geçiyordu;
“…Bedia Muvahhit, bu konuda şunları anlatıyor: “Beni sahneye Atatürk çıkardı. Türk kadınının başından çarşafı atıp sahneye çıkartmak, Atatürk’ün yaptığı en büyük devrimlerden biri değil midir? Bugün memleketimde ufak bir mevkiim varsa ben bunu Atatürk’e borçluyum…”
Ders kitabına göre eğer Atatürk, Bedia Muvahhit’in başından çarşafı söküp atmasaydı o, çağdaş, laik bir kadın olamayacak ve belki de devlet tiyatrosu gelişmeyecekti.
Peki, bu olan bitenler neyin göstergesi?
Giyimiyle, yeni yaşam tarzıyla, yeni alfabesiyle birlikte aydınlanmış, çağdaş, laik, ilerici yeni bir ulusun örnek olarak yeni nesillere takdim edilmesi mi?
Evet, tam olarak öyle.
Bilindiği gibi, Türkiye’de yıllardır yaşanan başörtüsü sorununun “laiklik” gerekçe gösterilerek engellediği ve neredeyse koskoca ülkenin “kamusal alan” ilan edilerek bu insanların dışlandığı bilinen bir gerçektir.
Hatırlayınız, 2013 yılında meclis çalışmalarına başörtüsüyle katılacaklarını açıklayan AK Partili kadın milletvekillerine yönelik ilk eleştiri CHP Grup Başkan Vekili Engin Altay’dan gelmişti. Altay; Bu süreci Cumhuriyetin ve laikliğin temel niteliğine vurulacak en önemli darbe olarak değerlendirmişti.
Ondan daha önce 2008 yılında TBMM’de başörtüsü serbestliğini sağlayacak olan yasa değişikliği oylamaları devam ederken dışarıda 76 sivil toplum örgütü; aklın ve bilimin rehberliğinde çağdaşlık, ilericilik, aydınlanmacılık ve laiklik adına bu hakkın reddi için günlerce eylem yapmışlardı.
“411 el kaosa kalktı” manşetlerin atıldığı bu süreçte bir takım aydın, yazar ve üniversite hocaları da laikliğin tasfiye edildiğini ve ülkenin gericiliğe mahkûm edildiğini ifade etmişlerdi.
28 Şubat otoritesi tarafından uygulanan baskı ve zulümler, ikna odaları, yasaklar, işkenceler ve ciddi hak ihlallerini hatırlayınız.
Daha geçenlerde sokakta başörtülülere yönelik yapılan hakaretler ve saldırılar…
Başörtülü bir hanıma Kara Fatma diyerek aşağılayan ve tepki karşısında da “demokraaasi var, karışamazsınız” diyen çağdaş kadınlar…
Bir porno yıldızının resmini koyarak başörtülülere hakaret eden ve bunu da mizah diye yutturmaya çalışanlar…
Demokratik haklarını kullanmak için Anadolu’dan gelen vatandaşlarımıza; ”Bu fotoğraf resmen kokuyor, çorap kokuyor, köy peyniri kokuyor” diyerek aşağılayanlar…
Başını örtenle Playboy’a soyunan aynı. Başörtüsünü gericilik olarak görüyorum” diyen yüksek eğitimli aydınlar…
Ve buraya sığdıramayacağımız nice örnekler…
Tüm bunlar tekçi, pozitivist, seküler zihniyetin, resmi ideoloji ekseninde kurmaya çalıştığı bir tahakküm biçimi değil midir?
Cumhuriyet’in kurucuları pozitivizmden etkilenmişlerdi. Bu bakımdan yeni bir ulus kurma ve kimliğini oluşturma süreci pozitivist dünya görüşü çerçevesinde gerçekleşmiştir. Yani bu dönemde en önemli proje; yeni bir ulus yaratmaktır. Muasır medeniyetten kasıt da batı ailesi içinde yer almak.
Bilindiği gibi pozitivizm, Fransız devriminden sonra oluşan toplumsal karmaşayı yeni bir toplumsal düzenleme ve reformla ortadan kaldırmayı isteyen Fransız düşünür August Comte’nin sistemleştirdiği bilimsel bir yaklaşımdır.
Comte göre, inançlarda, fikirlerde birlik sağlanmadıkça toplumsal birlik ve düzen sağlanmayacaktı. Bu bakımdan Tanrı buyruğu gibi doğa kanunu da tartışılmamalı ve ona kesin bir inançla bağlı kalınmalı aksi takdirde toplumsal düzen yeniden oluşturulamaz.
Resmi ideolojinin, ulusçuluk ve pozitivist ilerlemecilik anlayışıyla oluşturulduğu bu dönemde, dil, kültür ve ülkü birliğiyle donatılmış yeni bir ulus kimliğinin inşası için büyük çaba sarf edildi.
Halk ise rejim tarafından kodlanmış ideal tipin dışında kalan cahil, göbeğini kaşıyan, bidon kafalı, geri kalmış “yığınlar” olarak görüldü. Çünkü birey, kendini tarihinden, geleneksel formlardan kurtaramadıysa yani bir aydınlanma yaşamadıysa makbul vatandaş kategorisine giremiyordu.
Bu bakımdan kentli, çalışan, çağdaş kadın “açılmak” zorundadır. Başörtülüler ise henüz hidayete erememiş yani aydınlanamamış bir kesimdir ve onlara yakıştırılan yer de ancak bu çağdaş, elit tabakaya hizmet etmeleridir.
Türkiye'deki eğitim sistemi tam da bu noktada, 19. yüzyıl dünyasını kasıp kavuran totalitarizm rüzgârından etkilenerek tam da batılılaşma ve jekoben laiklik çerçevesinde inşa edildi. 10. Yıl Marşı'nda da ifade edildiği gibi "İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütle" oluşturma hedefine hizmet etti.
Bir sonraki yazıda buradan devam edelim…
Hislerimize tercüman oldunuz hocam. Teşekkür ediyorum