Ne Fiyakasız Bir Devirdir Bu!
Zaman, fetret zamanı. Devir, batıl devri. Devir, yalnızlık ve acı devri. Ne çok acı var. Mevsim hazan. Ve yalnızlık düştü dünyaya.
Bir yürek burkuntusu. Bir avuç gece karanlığı. Kabe’ye tutuşturulmuş bir tutam umut. Rabbe doğru giden yolun ilk sapağı. Açılan kapının anahtarı. Ve âşıkların iç çığlıkları.
Ah şair, ne vakit açılacak o kapı?
Çaresiz kalmış bir yalnızın; “Ya Rasülallah!” feryadına, “asasıyla gösterdiği yolun” ilk durağı. İlk gözyaşı. İlk çarpıntı.
O aynı zamanda bir meydan okuma.
Ahlaki çürümüşlüğün, zihin karmaşasının, hazzın, hırsın ve kibrin, duyuların esiri olmuş bedenin, dünyaya tutuklu ve tutkulu beyinlerin karşısında bir meydan okuma.
Hz. Muhammed’in Hira’da, İsa’nın Golgota’da, Yakub’un kerpiç evinde, Musa’nın Tur Dağı’nda, Yunus’un balığın karnında yaşadığı yalnızlık…
Hakikat sızısı çeken Muhammed’in kalbindeki burukluk. Duyular dünyası ile kalbi dünyasında yaşadığı med cezirler… Bir acayip mide bulantısı. Ve göğe açılan kapı.
45 yıllık hayatın/çabanın, buraya bırakılmış olmanın, o dinmek bilmeyen şaşkınlığını yaşayan birinin içine düştüğü çaresizliği hangi kelimeler anlatır?
Evet, hepimiz kendi çabalarımızın mahsulüyüz. Bunu bildim. Ve irkildim. Peki, hangi kuyunun Yusuf’u olduğumuzu bize kim hatırlatacak?
Hakikat, “Hallac” gibi yüzümüze çarpınca, aldanmanın kıymetini kulağımıza kim üfleyecek? Hangi peygamber asası gösterecek artık bize yolu. Hangimizin parmağına denk düşecek bir peygamber yüzüğü?
Şöyle geriye doğru ayak izlerimi takip ettiğimde, sükûtun, acıların, aşkların, ümitlerin, yağmur dolu bulutların getirdiği narçiçeği hayallerin izlerini görüyorum.
Ne iz bırakmışız yahu geride!
Pamuk kokan tarlalarda, 45 derece sıcakta tuza bandırılan ekmeğin, yaban mersini ve dağ çilekleriyle serpilen zeytin tepelerinde bağrıma esen poyrazın büyüttüğü bir insan evladı olarak, ne iz bırakmışız.
İnsan, bağrına sinen toprak kokusunu hissedebildiğinde insanlaşır. Şafağı, tırnaklarıyla sökmeye ant içmiş bir fani için, ikinci perdenin açıldığı şöyle enteresan bir dönemde ne beyhude bir çabadır bu.
Bağrından ısırılmak…
Dilini ateşe değdirme cesaretini kendinde bulabilmiş kaç şaşkın âşık bunu göze alabilir? Çarmıha gerilme pahasına “İsa sözlerini” kim tekrar edebilir?
Tomurcuklanmış taze kırmızı gülleri görünce, bağrında göveren kocaman meşe ağacının ağırlığını hisseden insanların hüznüne aşığım ben.
Valéry mi demişti; “Rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami derecede uyanık kalmalıdır” diye. Dilde hangi rüyanın gerçekliği sarar bizi. Tanpınar’ın şiirsel hali.
Rüyalarımıza içimizde refakat eden o duygu. Susma işi bir bakıma. Sükût hali. “Kalbe sözden çok sükûttan manalar akar” diyen Şems-i Sükût’un giydiği o elbise.
Bu a priori olguyu hep yanında taşır âşıklar. Neden kaybolurlar bilir misiniz? Bulunmak için. Kımıltısız yaşamayı zorunlu hale getiren suskunlar için ne acayip hallere düşme halidir bu.
Karamsarlığı karizma süsü yapıp caka satan snobların anlayamayacağı türden bir “düş”-me hali.
Gözlerinin nemi kaldı, sisin o iğreti akışkanlığında. Tüm olasılıkları cebinde taşıyan bir “adam” için ne büyük ne inanılmaz bir “düş” bu.
Ah, mümkün kılınanların masumiyetine teslim edilmiş ruhum. Karışabilecek misin Tanrı’nın suyuna? Nefesin, Tanrı’nın nefesine…
Yıldızsız sabahı olmayacak uzun gecelerde, koca çölde, kum denizinde, kızıl atın yazgısına eş yürümelerimiz hangi vuslata ermek için?
Güz akşamların sessizliğinde, onarılmaya muhtaç yaralarımızla, umudun inanılmaz omuz baskısı ve gecenin esmerliğine bürünen bir avuç teselli ile tutunma çabalarımız.
Ne vakit kuyuya düşsem sevgili, göz kapaklarım kırmızılaşır. Parmak uçlarımdan sızar varlık sancıları… Ah, ne bitmez, ne fiyakasız bir devir bu.
Yer çatlasın artık aşktan. Fırtına dindirten bir nedenle, kendi yolumuzda, aşk ile… Ya Hatif!
Yorum Yazın