Kadın Önce İnsandır
Dünyada kadına ve aileye yönelik yürütülen ciddi bir operasyon söz konusu. Buradaki operasyondan kastım; artan şiddet olaylarından en çok etkilenen ve mağdur olan kesimin kadınlar olmasıdır.
Bunun dini, tarihi, kültürel arka planına girmeyeceğim. Şu kadarını söyleyeyim dünya erkek egemenliğinin tesis edildiği bir mekândır.
Son zamanlarda Türkiye’de de kadına yönelik artan şiddet olaylarının aslında bizzat “şiddet” kavramı çerçevesinde değerlendirmenin de pek sağlıklı netice vermeyeceğini düşünüyorum.
Türkiye, maalesef erkek egemenliğinin tesis edildiği bir ülkedir. Güçlünün zayıfı ezdiği, izahı zor bir durum bu. Öyle ki araştırmalara göre şiddet gören kadınların çoğu ev hanımı. Çalışan kadınlar arsında da maaşı düşük olan kadınlar şiddet görüyor
Yüksek maaşlı, iş gücü olan güçlü kadınlara erkekler şiddet uygulayamıyor.
2018 yılının Ocak ve Şubat aylarında yapılan son araştırmada, katılımcıların yüzde 61’i şiddeti toplumda yaşadıkları en büyük sorun olarak gösterirken bu sayı 2016 yılında yüzde 53 olarak belirlenmişti.
En fazla şiddete maruz kalan kadınlar “30-40 yaş” aralığında olan kadınlardır. Bunu “41-50 yaş” aralığındaki kadınlar izlemektedir. “
Araştırmanın sonuçlarına göre bir işi olmayan kadınların şiddete maruz kalma oranı % 82.8 iken bir işte çalışan kadınlarda bu oranı % 17.2‘dir.
Kadınların gelir seviyesine bakıldığında en alt seviyede gelire sahip olan kadınların yüzdesi % 82 ile ilk sırada yer almaktadır. Gelir seviyesi arttıkça şiddet oranı da azalmaktadır.
Buna rağmen aile ve kadın sorununa çözüm bulmak için boy gösteren bazı şahıslar, 13-15 yaş arası kız çocuklarını evlendirip eve kapatmak istiyor.
Öncelikle kadına bakışımızda bir sorun olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de gerçekleşen kadına yönelik şiddet vakaları, yasal düzenlemelere ve mevzuatta gerçekleştirilen bir kısım iyileştirmeye rağmen netice alınamamasının bir nedeni de bu.
Tarikat şeyhlerine varana kadar kadın meselesine dahil olan ve kafa karıştıran bir tayfa var. İşin içine kadın hakları sözleşmeleri adı altında meseleyi bağlamından kopartarak tamamen siyasi yaklaşan kadın derneklerini de ilave edince bu konuda bir arpa boyu yol alamıyoruz.
Bugün ülkede kaç tane genelevde kaç tane kadın mağdur vaziyette kimsenin mevzubahis ettiği yok mesela. Keza meselenin medya, reklam, teşhir boyutu da gözden kaçırılıyor. Peki, aile söz konusu olduğunda meselenin bu boyutunu masaya yatırmayacak mıyız?
Bilindiği gibi Türkiye’de 1980’li yıllardan sonra kadın hareketinin gündeme getirdiği kadına yönelik şiddet konusu, 1990’lı yıllardan itibaren devletin gündeminde yer almaya başladı.
1987 yılında “Dayağa Karşı Kadın Yürüyüşü” ile başlayan kadın hareketleri boy gösterdi. 2000’li yıllar şiddetle mücadeleye yasal düzenlemelerin damga vurduğu yıllar oldu.
2003 yılında Aile Mahkemeleri kuruldu. 2006 yılında Adalet Bakanlığı 4320 sayılı Kanun’un etkin biçimde uygulanması amacıyla genelge yayınlandı. 2006 yılında araştırma raporunu temel alan Çocuk ve Kadınlara Yönelik Şiddet Hareketleriyle Töre ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesi için Alınacak Tedbirler konulu 2006/17 sayılı Başbakanlık Genelgesi çıkarıldı.
2008 yılında çıkarılan Ailenin Korunmasına Dair Kanun’un Uygulanması Hakkında Yönetmelik ile de şiddet uygulayan aile bireyleri hakkında alınacak tedbirler ile bu tedbirlerin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar düzenlendi.
2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı Belediye Kanun’una göre; “Büyükşehir belediyeleri ile nüfusu 100.000’in üzerindeki belediyeler, kadınlar ve çocuklar için konukevleri açmak zorundadır.” ifadesiyle belirli belediyeler için sığınmaevi açmayı zorunluluğa dönüştü.
2008 yılında Türkiye genelinde yapılan kadına yönelik aile içi şiddet konulu araştırmaya göre, yaşamının herhangi bir döneminde eşinin veya birlikte olduğu kişinin/kişilerin uyguladığı fiziksel şiddete maruz kalan kadınların oranı %39.3, cinsel şiddete maruz kalan kadınların oranı %15.3, fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalan kadınların oranı ise %41.9’dur.
Türkiye genelinde evlenmiş kadınların %44’ü hayatının herhangi bir döneminde psikolojik şiddet biçimlerinden en az birine maruz kalmıştır.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın (AGİT) yaptığı bir araştırmaya göre Doğu ve Güneydoğu Avrupa'da da durum pek farklı değil. Ankete katılan kadınların yaklaşık yüzde 70'i, 15 yaşından sonra bir şekilde şiddet gördüklerini söylemiş.
Kadınların maruz kaldığı en yaygın şiddet biçimi ise psikolojik şiddet. Psikolojik şiddet uygulanan kadınların yüzde 60'ı, bu şiddeti partnerinden gördüğünü belirtti.
Ekonomik ya da sosyal statüleri ne olursa olsun tüm kadınların şiddete maruz kalabileceklerini ortaya koyan araştırmaya göre bazı gruplar ise daha büyük risk altında. Bu grubun içinde "fakir, ekonomik açıdan bağımlı veya çocuklu kadınlar" bulunuyor. Yani erkekler zayıf, güçsüz, korunmasız kadınlara şiddet uyguluyor. Bizde de öyle!
Bugün gerek şiddet olaylarının artmasında gerekse cinsiyet eşitliği meselesinde tek adres olarak İstanbul Sözleşmesi gösteriliyor. Ve bunun üzerinden fırtına kopartılıyor.
BM Genel Kurulu tarafından 1979′da kabul edilen, 1981′de yürürlüğe giren ve Türkiye tarafından 1985 yılında imzalanan CEDAW’ı kimse mevzubahis etmiyor.
Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW), bu sözleşmeler arasında özellikle kadınların insan haklarını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini odağına alan tek sözleşmedir.
Buna rağmen CEDAW’da altına imza atabileceğiniz çok madde bulunmasına rağmen problemlidir. CEDAW, kadınlara yönelik ayrımcılığın tüm biçimlerini önlemek, kadınların toplumsal durumlarını iyileştirmek, toplumsal cinsiyet ilişkilerini ve toplumsal cinsiyete dayalı basmakalıp yargıları değiştirmek üzere taahhütlerde bulunmasını sağlar.
Örneğin 5. Madde;
“Önyargıların ve geleneklerin tasfiye edilmesi Taraf Devletler aşağıdaki konularda gerekli tedbirleri alırlar: a) Her iki cinsten birinin aşağı veya üstün olduğu veya erkekler ile kadınların basma kalıp rollere sahip oldukları düşüncesine dayanan bütün önyargılar ve gelenekler ile her türlü uygulamayı tasfiye etmek amacıyla erkeklerin ve kadınların sosyal ve kültürel davranış tarzlarını değiştirmek.”
CEDAW gibi İstanbul Sözleşmesi de yaraya merhem olmamıştır.
Keza Adalet Bakanı’nın da haksız bulduğu süresiz nafaka konusu hala vahametini korumaktadır.
1988 yılına kadar bir yıl ile sınırlı olan yoksulluk nafakası, aynı yıl kanunda yapılan bir değişiklikle süresiz hale getirilmiş ve geçtiğimiz otuz yılda ailelerle birlikte iki milyona yakın kişinin mağduriyetine sebep olmuştur.
Bu mağduriyet bugün hala devam etmektedir. Ve hukuk buna bir çare bulamıyor!
Yoksulluk nafakasının süresinin belirlenmesi ve nafaka alacaklısının yaşı, eğitim ve sosyoekonomik durumu, iş gücü, evli kalma süresi gibi kriterlerin dikkate alınarak bir çare üretilmesi çok mu zor?
Diğer taraftan “Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde. Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde. Bizim nazarımızda erkek kadın farkı yok. Eksiklik noksanlık senin görüşlerinde” diyen Hacı Bektaşi Veli’nin anlayışına gelinmesi lazım ama nasıl?
Bir yazımda ifade etmiştim. “Modernist, poztivist bakış açısı tam da bu noktada kadını, aşkı ve evlilik kurumuna yönelik bakış açımızı sönükleştirdi. Bugün din adamlarımız dahi kadını, uzaktan kumanda edilebilen birer robotlar gibi tahayyül ediyor. Bir kısmı da meseleyi sırf cinsellik açısından ele alarak onu toplumsal hayatın dışına itiyor.”
Kadın ve erkeğin derinliği, içtenliği, insanlığı elinden alındı. Aşk; sahip olma, sevgi; çıkar unsuru, kadın; kapitalist meta aracı, erkek; otoritenin temsil edildiği figür, aile ise; kadın ve erkeğin olmadığı bir apartman dairesi konumuna indirgendi.
Kadın ve erkek birbirinden uzaklaştırıldığı ölçüde insanlığın kimyası bozulacaktır. Öncelikle köklü bir zihniyet değişikliğine gidilmelidir. Kadını ikinci sınıf gören ataerkil anlayıştan artık sıyrılmamız lazım.
Yorum Yazın