Equus; Gözleri Oyan Tutku Ehli
“Gözler her yerde bembeyaz gözler. Gözler, sanki ateş fışkırıyor. Tanrı’nın gözleri. Tanrı görür. Ben gören Tanrı’yım! Hayır, artık yeter Equus”
Sidney Lumet'in başyapıtlarından biri olan 1977 yapımıEquusfilmini, izleyenler bilir. İzlemeyenlere de tavsiye ederim. Filmde Richard Burton’u, Dr. Martin Dysart rolünde izlemiştik. Psikiyatrist Dysart, İngiltere’nin Hampshire eyaletinde gerçekleşen korkunç bir vukuatı analiz etmektedir. Alan Strang isimli, henüz 17 yaşındaki genç, delici bir cisim kullanarak altı atı kör etmiştir.
Dystart, bu vahşetin hangi unsurlara bağlı olarak geliştiğine dair mesleki bir merak içindedir. Filmde dik kafalı, ateist bir baba ile inançlı ve nazik bir annenin tek oğlu olan Alan’ın iç dünyasında yaşadığı, kurguladığı tutku dolu bir inanç biçimi anlatılır.
Genç, bir takım ibadet ritüelleri belirleyerek atlar vasıtasıyla bir inanç geliştirir. Kısacası doktor, çocuğu bu tutkusundan kurtarır ancak bu süreçle de yüzleşir. Filmin sonunda birine, “Onu ibadetinden alıkoymaktan daha büyük bir kötülük yapabilir misin” diye sorar.
Ve sonra ekler; “Onun acısını alacağım, ya sonra? Kendini makul biri olarak bulacak, ya sonra? Duyguların nesneler üzerine yapıştırılan yara bantları gibi insan ruhuna kolayca iliştirildiğini mi sanıyorsunuz?”
Acısını alarak onu normalleştirmeye çalışan ya da acısını, tutkusunu yitirenin normal varsayıldığı teorik bir zeminde ilerliyordu doktor. Lumet ise alabildiğince anormal bir tutkunun, Tanrı inancının, ibadetin, acıdan arındırılmaya çalışıldığı başka bir anormalliğe kapı aralıyordu.
Tarkovski’nin Nostalgia’sında haykıran deliyi hatırlayınız. “Dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler,
sözüm ona sağlıklı olanlardır." Burada mevzu çatallaşır. Filmden kopmayalım. Ve Hersanat”tan Şeyma Nur Kırmızı’ya kulak verelim…
Çatı katında bir oda, odayı ziyaret eden katı dindar bir anne ve dinin bir saçmalık olduğunu düşünen realist, katı bir baba. Ebeveynlerin arasındaki baskınlık yarışı ortasında kalmış zavallı bir çocuk…
Odasına İsa Peygamber’in yaşadığı işkenceyi resmeden bir tablo asılıdır. Binicilikten hoşlanan bir annenin atla ilgili bildiği tüm hikâyeler çocuğa aktarılır. İncil’den bölümler hikâye gibi çocuğa işlenir ve bunların her birini saçma bulan baba tarafından tam tersi baskılanmaya çalışılır.
Duvardan indirilen İsa tablosunun yerine beyaz bir at portresi alır. Almak zorundadır çünkü Alan, portresiz kalmayı kaldıramaz, yani Tanrısız! Bu durumda bazı semptomlar ilk açığını verir. Alan, bu at portresinden gözlerini alamaz. Çünkü İsa’nın acısıyla benzerlikleri vardır.
Alan’ın Tanrı kavramının gözetimine bu anlamı vererek denetimde kalma anlamı yoktur. Anlamı olmadıkça imkânı da yoktur. Alan’ın Tanrı olma amacı vardır, Tanrı’ya karışma tutkusu! İşte bu tutkunun belirmeye başladığı nokta atla olan ikinci deneyimi olarak karşımıza çıkar. Buraya kadar Alan’ın cinselliği at ile özdeşleştiren bir zihin dünyası olduğu kanaati aklı kurcalamaktadır çünkü. İkinci deneyim sahnesi Alan’ın inancının bir tezahürü niteliğindedir.
Çırılçıplak soyunur, at da çıplaktır; eyerleri yoktur çünkü eyerler hissi öldürür. Yalnızca gem vardır. Geme aşinadır. Çünkü İsa’nın/Tanrı’nın olmazsa olmazıdır. Çırılçıplak bir şekilde ata biner. Alan, Tanrı’sının eziyet altında olduğunu haykırır ve “Equus’a” kendisini bu zulümden kurtarması için koşmasını emreder.
Tanrı’sına özgürlüğü için emir verir! Ve artık yalnızca onunla temas kurmak yetmeyecektir. “Uzaklara götür beni, bizi bir vücut yap!” diye haykırmaya başlar.
Gözleri oyan tutku ehli… Ne gariptir, Modigliani, ömrü boyunca bu tutkuyu aramakta olan bir ressam olarak son eserinde bir çift gözü resmetmeye ancak cesaret edebilmişti. Biri Tanrı’sını terk etmenin biri ona kavuşmanın peşinde iki ayrı hikâye.[1]
Ruhu arayan, kendinden kaçan, meydan okuyan, anormal bir tutkunun adamı Modigliani, ruhun güzelliği gözden fışkırınca bir çift göz yaptı. Lumet ise gözleri aldı.
Dücane Cundioğlu’nun filmi analiz ettiği bir yazısında ifade ettiği gibi; “Eğer normali seçerse...” Tutkusundan arınırsa. İyileşirse. Acıdan arınmak tutkudan arınmaktır çünkü. Normalleşmektir. Vasata düşmektir. Oysa tutku iki memesiyle birden emzirir talibini. Birinden süt akar, birinden kan. “…Aşktan, tutkudan, ibadetten mahrumiyetin bedeli normalleşmek. Acıdan ve hüzünden arınmak…”
Aristoteles, tragedyanın ödevinin uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemek, ‘katharsis’ yaşatmak olduğunu söylüyor ya, yani zihinsel anlamda yeniden değer ve kişilik oluşturma… Doktor biraz da bunun peşinde ancak ben buradan insanlığın yaşadığı manevî ve düşünsel krizlere, vahşete ve kaosa odaklanacağım.
Jeremy Bentham’ın hapishane mimarisinden yola çıkarak kavramsallaştığı “Gözün İktidarı” adlı kitabında dile getirdiği gibi; Tanrısallaştırılan küresel iktidarın toplum üzerinde denetlediği “Göz” imgesi ve hayatın her alanında gözetlenerek denetlenen insanlığın içine düştüğü buhran… Ve her geçen gün kapıların yüzümüze kapanması… Bunu ancak gözü oyarak yani küresel iktidar aygıtlarını hayatın dışına atarak aşabiliriz.
“İnsanlık üreyen bir cesettir” diyordu Fernando Pessoa. Gözlerinden fışkıran ve içinin derinliklerine inerek çoğalttığı acının, var olma sürecine kattığı büyük bir olgunlukla… Böyle bir zamanda normalleşmek mi yoksa anormalleşmek mi? Bakın yine bir filmden nereye geldik…
[1] Şeyma Nur Kırmızı/ Panoptikon’un Ötesinde, Tutkunun Portresi: Equus/Hersanat
Yorum Yazın