Kütüphanelerim ve İSAM Kütüphanesi
Kütüphanelerden pek az kitap ama gerçekte çokça eziyet çekmiş (!) çilekeş bir neslin içerisinden geliyorum.
İtiraf etmeliyim ki, ömrümde gördüğüm ilk 'hür' kütüphane, Tepebaşı’nda bulunan Amerikan Kütüphanesi’ydi. (1980’lerin ortalarında İngilizce öğrenirken keşfetmiştim burayı.) İkincisi ise Boğaziçi Üniversitesi’nin şimdi yeniden inşa edilmek üzere yıkılmış olduğunu öğrendiğim o zengin kütüphanesiydi.
Her iki mekânı ilk keşfettiğimde istediğim gibi raflara konup kalkmanın zevkini yaşamış, konforlu ortamlarında kitaplara dalıp çıkmış, kendimi günlerce bu selülöz ormanında kaybetmiştim.
Biraz komik gelecek size ama Boğaziçi Kütüphanesi’nde bir akşam beni gözden kaybeden kütüphane memurları kapıları üzerime kapayıp gitmişlerdi! Pek sevmedikleri kitaplara daha iyi musallat olayım diye zahir… Neyse, epeyce aramadan sonra -hırsız muamelesi görmek korkusuyla elbette- açık bulduğum bir yangın merdiveninden -şaka değil, hakikaten- kaçmayı başarmıştım.
Bu fakire hakiki canlılar arasında (hangimiz kitaplardan daha canlı olduğumuz iddia edebiliriz ki?) kaybolma şerefini bahşeden üçüncü kütüphane ise yine İstanbul’da, Bağlarbaşı’nda bulunan İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi) Kütüphanesi olacaktı.
Üstelik buradaki kütüphane ortamı Boğaziçi Üniversitesi'ne nazaran daha sıcak, daha sevecen ve dana kitap odaklıydı, çünkü elemanları da kitabı seviyor, okuyor ve araştırıyorlardı. Bu yüzden hiç mi hiç üzerime kapatılmadı kapılar. Belli ki kitapları benden kıskanmıyorlardı! (Sonradan komşumuz da olan hararetli kütüphaneci Selahattin Öztürk kardeşimle tanışmamız buradan başlar.)
O zamanla rfotokopi çektirme imkânı diğer kütüphanelere kıyasla muhteşemdi; hatta istediğin makale veya görsel malzemeyi cd'ye aldırma ve bilgisayarında sonsuz kere çoğaltma imkânı bile sunuluyordu. Son derece zengin bir pdf arşivi vardı (bu işler internette yayılmadan önce bu hakiki bir nimetti). Sonra bunları makale pdfleri halinde sitelerinde internete arz ettiler. (Bkz. https://www.isam.org.tr/)
Su ve çay bedavaydı; kahve dersen o dahi epey ucuzdu. Yemek istersen hem temiz ve leziz, hem de dışarıda bir tabağına vereceğin parayla mükellef bir sofra kurulabiliyordu önüne. Sonra yığ önüne Oriens'leri, JAAS’ları yani The Journal of Asian and African Studies veya Japon Şarkiyat dergilerini, 1870’lere, 1880’lere dair nefis resimlere sahip Illustration ve Le Petit Journal’ın meşin ciltlerini; dal tozlu zaman tüneline; ruhun ve beynin bir güzel perdahlansın.
Yorulurca raflar arasına sıkışmış bir masada önünde birkaç kitap ve masasına yayılmış beyaz kâğıtlara bir şeyler yazmakla meşgul rahmetli Mehmet Niyazi Özdemir ağabeyin yanına git, önce kısık sesle konuş, sonra çay ocağına çağır, muhabbet demlendikçe demlensin.
Derken akşamın geceye çelme taktığı saatlerde kütüphanede ışıklar kararmaya başlayınca (sonradan daha geç saatlerde çalışma imkânları sunuldu) gövdende tatlı bir yorgunluk, ciğerlerinde kâğıt tozları, burnunda bir vanilya kokusuyla önünde kabarmış not kâğıtların, aklında yazacağın makaleler için bulduğun meşaleler, kendiliğinden açılıveren camlı kapıdan firar edersin avluya.
Serin bir Anadolu, nam-ı diğer 'bu yaka' havası değer tozdan kurumuş boğazına. Genleşmiştir zihin haritan…
Eve doğru yürüyen, bir başkasıdır artık o saatte...
Ümraniye, 21 Eylül 2009
Yorum Yazın