Solcular Elmalı Tefsirini Neden Okumalıydı?
Geçenlerde Türkiye Komünist Partisi’nin yayın organı Atılım’ın 1975-76 sayılarını tarıyordum. Ana tema, özellikle Amerikan emperyalizminin ülkemizin yer altı ve üstü kaynaklarını acımasızca sömürmesiydi. Petrol kaynaklarımız ve gıdalarımız üzerinde kurulan Amerikan ve İngiliz hakimiyeti iliğimizi, kemiğimizi kurutmaktaydı dergiye göre. ABD Türkiye’de üsler kurmuştu, topraklarımızı satın almakla uğraşmaktaydı ve tarım politikalarımızı belirliyordu.
Bunları biliyorsunuz, bugün kıyıda köşede kalmış eski tüfek komünistler de bundan başkasını söylemiyor zaten. 1960’ların ikinci yarısından itibaren ısıtıp ısıtıp önümüze sürülen ve “Devrim”ci Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisinden neşet eden fikir, Türkiye’nin iktisaden sömürülmüş olup sömürünün devam etmekte olmasıdır. Siyasette daima sömürü çarkına tâbi olmaya teşne yönetimler işbaşına gelmektedir, gerçekleri halkımıza anlatıp onları uyandıracağız, olmazsa “devrim” kaçınılmazdır vs.
Altı üstü sekiz sayfalık dergiyi sehpaya bırakıp çayımdan demli bir yudum alırken sızılı düşüncelere daldım.
Türkiye’de sağ ile solun arasını bu kadar açanlar kimlerdi?
Hangi mihraklar fikir dünyamızı ikiye (sonra üçe, beşe) bölmüştü?
Kesimler arasında dirsek teması neden bir türlü kurulamadı?
Ömrü bir yılı bile bulmayan CHP-MSP koalisyonu büyük bir fırsattı ve Bülent Ecevit gibi bir sol lider de bunu “tarihî yanılgı” diye itiraf etmişken aydın kesimler arasında bir diyalog neden kurulamadı da duvarlar giderek yükseltildi?
Neden hem Tevfik Fikret’i hem de Mehmed Akif’i, neden hem Nazım Hikmet’i hem de Necip Fazıl’ı sevmek, hadi sevmeyin, tamam ama okumak, iki kanattan da istifade etmek mümkün olamadı?
Baktım, çayım soğumuş, tadını yitirmişti. Kalkıp kütüphaneme doğru yürüdüm. (Fena değildir, halen aşağı yukarı 30 bin kitabı kucaklamakta.)
Raftan çektiğim kitap, meşhur Elmalı Tefsiri diye bilinen Hak Dini Kur’an Dili’nin müellifi Elmalılı Hamdi Yazır’ın Ahkâmu’l-Evkâf adlı kitabının Latin harflerine çevirisiydi (Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflarımız, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995.)
Gözlerim, Dr. Nazif Öztürk’ün yayına hazırladığı kitapta bir paragrafa mıhlanıyor. Bu Vakıf Hukukuna dair kitapta neler yazıyordu böyle? Gözlerime inanamıyordum. Bu anti-emperyalist duruş bu medrese hocasından nasıl olup da sadır olmuştu?
İşte size Elmalılı’nın Tanzimat’tan sonra Vakıfların alanını daraltmaya dair atılan adımları anlattıklarından hızlıca bir özet:
Vakıflara nasıl el konuldu?
Tanzimat fermanının ilanından önce Osmanlı ülkesinde pek çok vakıf mevcuttu. Bu vakıflar Mekke ve Medine, camiler, tekkeler, medreseler mektepler, fakirler vs. gibi hayır kurumları ve bayındırlık işlerine tahsis edilmişti. Tanzimat’tan sonra vakıfların ıslahına girişildi. Ancak burada dış (haricî) tesir devreye girdi:
“Hükümet Avrupa’nın tesirlerine zebun olarak hatve (adım)sini atmaya karar verdi. Her ne şekilde olursa olsun vakıflara vaziyet etmeye (el koymaya) azmetti. Evkâf Nezâreti teşkiline başladı. Burada haricî tesirlerin biraz ruhunu bilmek, faideden hâli değildir.” (s. 189-190)
Bakalım dış tesirler nasıl olmuş? Şöyle:
- Osmanlı ülkelerinin yabancılara açılmasını sağlamak,
- Ülkeyi iktisadî istilaya açabilmek, toprak satın alabilmek,
- Osmanlıları kendilerine benzetmek,
- Osmanlı topraklarını yalnız fertlerin değil, şirket ve kurumların da satın almasını sağlamak,
- Her devlete bir nüfuz bölgesi temin etmek,
- Bir fırsat bulup siyasî istilayı ilan etmek.
Asıl maksat, yabancı ülke vatandaşlarının Osmanlı ülkesine serbestçe girmesini sağladıktan sonra onların burada gayrimenkul satın almalarını sağlamaktı. Hatta bunun için 1854 yılında Hukuk-i Arazi Kanunnamesi hazırlattırılmıştı. Lakin kanun yine de istenileni vermemişti Avrupalılara. Çünkü kanunun getirdiği kısıtlamalar çok fazlaydı. Bu sebeple arazi fiyatları pahalıya geliyordu. Oysa ecnebi ülkeler gayrimenkulleri ucuza kapatmak istiyordu. Sebebi ise hepimizi şaşırtacaktır.
Çünkü diyor Elmalılı Hamdi Yazır, Osmanlıda bütün hakları temlik edilecek yani satılacak arazi çok azdı. Elde mirî yani devlet arazisi ile vakıf arazileri vardı. Hükümet mirî arazi üzerinde tasarruf edebilirdi belki ama vakıf arazilerinde eli kolu büyük ölçüde bağlanmıştı. Hem arazinin kökü satılamıyor, sadece rakabe’si yani işletmesi veya kullanılma hakkı devredilebiliyordu. Bu da ecnebi sermayedarların işine gelmiyordu.
Üstelik vakıflar hükümetin nüfuzu dışındaydı. “Avrupa arzu ederdi ki, “arazi-i emiriye” (devletin elindeki arazi) ve evkâf (vakıflar) tamamen pazara çıkabilecek bir mal halinde bulunsun ve bunlar üzerinde ahalinin manevî bağlılığı şiddetli olmasın. Bundan başka bu malları “kıymet-i misliyle” değil, ucuz yollu satın almak kâbil olsun.” (s. 192)
Maksat, satın alan yabancının araziye tam olarak sahip olabilmesini sağlamaktı. Lakin vakıflar taş gibi duruyordu emperyalistlerinin azgın iştahı karşısında. Bu iş nasıl olacaktı? Şöyle yazıyor Hamdi hoca:
“Behemahal “arazi-i evkâf”a (vakıf arazi) hele evkafa (vakıflara) çare bulunmalı idi. Avrupalılar her vesilede bu hususları, bilhassa devletin malî durumu “nokta-i nazar”ından (bakış açısından) mevzu-i bahs ve teklif ediyorlardı.”
Nitekim Paris, Londra ve Berlin antlaşmalarında bu istek açıkça hissettirilmişti.
Sonuçta İslam vakıflarından pek çoğu elimizden çıkmış, elimizde pek az miktarda vakıf kalmıştı. Avrupalıların arzuları kendi ifadelerine uygun olarak sağlanmış fakat işin garibi, yapılanların bize faydaları pek görülmemişti (s. 196-197).
Özetle vakıf arazileri Avrupa emperyalizminin Osmanlı diyarında yayılmasının karşısında duran sağlam bir setti, dış baskılar sonucunda bu set yıkıldı ve ecnebiler vatanımızdan istedikleri gibi toprak satın alabildikleri gibi bu süreçte elimizdeki vakıfların sayısı da çok azalmıştı.
Neden “çorak ülke”yiz?
Kitabı açık bir şekilde masama bırakırken vakıfları emperyalizminin karşısında bir set ve Avrupalıların iştahına ket vuran bir duvar olarak gören Elmalılı’nın bu vatanperverane yaklaşımının neden anti-emperyalist olduğunu her dakika tekrarlayan sol hareket tarafından fark edilmediğini sordum kendi kendime.
Halbuki aydın kesimler arasında tartışma şeklinde de olsa bir diyaloğun cereyanı, her iki tarafın da fikirde cılızlığı aşması ve karşılıklı aşılanması için büyük bir fırsat sunardı. İki tarafın da birbirinden alacağı şeyler vardı sonuçta. 1957 yılında “Bugün, Müslüman İstanbulumuzun, İstanbul'dan önce Müslüman olan Eyüp bölgesinde Vatan Partisi'nin sesini duyurmaya geldik” diye başladığı meşhur “Eyüp Sultan Konuşması” sırasında ezan okununca susan ve İslamın ibadete çağrısına saygısını hal diliyle de belli eden Komünist Hikmet Kıvılcımlı ile Elmalılı Hamdi hoca arasında emperyalizm aleyhtarlığı noktasında bir ayrılıktan söz edilebilir miydi?
Hikmet Kıvılcımlı ve birkaç isim hariç İslamın bu “devrimci” ve anti-emperyalist okumasını Türk solunun yapmamış olması çok hazindi ama belki asıl “hüzn-i umumî”, Türkiye’de aydınların birbirine yaklaşmasına ve ötekine kulak kesilmesine mani olan duvarın kalınlığının sorgulanmamasıdır.
Böylece sonuç, “waste land” yani “çorak ülke”dir.
Biraz geç de olsa sormamız gereken soru aynıdır:
Bu oyunu kim kurduysa iyi kurmuş.
Yorum Yazın