Büyük Türkiye Rüyası
Temizlenmenin yolu çamurda yuvarlanmak değildir.
Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya
14 Mayıs 1950 tarihinde yaşanan “Ak Devrim”den beri yaşadığı köklü değişimlerle kabına sığamaz hale gelen Türkiye’nin gövdesini yeniden ‘deli gömleği’nin içine sokmak, elini kolunu bağlamak ve dünyadan tecrit ederek bir üçüncü dünya ülkesi mevkiine mahkûm etmek isteyenler hiç eksik olmadı. Bir başka deyişle kendimize yeterli hale gelmemizden, ayaklarımızın üzerinde durmamızdan, ufuklarımızın yeniden genleşmesinden ve topyekûn millî kudretimizin artmasından içeride ve dışarıda rahatsızlık duyanlar tarih boyunca mevcut oldu, olacaktır da. Bu ezelî hizmet husumetinin millet nâm-ı hesabına ne bedellere mal olduğunu yakın tarihimizdeki kanlı ve kansız darbeler yaşayarak yeterince tecrübe ettik. İnşaallah bu defa onların engelleme çabaları boşa çıkacak, Nasreddin Hoca’nın mayası tutacak ve Türkiye, coğrafya ve tarihinin emri olan ‘oyun kurucu rolü’ yeniden oynamaya başlayacaktır.
Anadolu toprağının zaruri emri olan hocam Mehmet Kaplan’ın deyişiyle söylersem ‘Büyük Türkiye Rüyası’nı ya başaracağız veya başaracağız. Bu büyük ve tarihî vazifeden kaçışımız yoktur.
Şurası açık: İçerisine girdiğimiz yeniden şahlanış sürecinde tarihten miras aldığımız zengin birikim, moral ve tecrübe nokta-i nazarlarından tartışılmaz bir önemi sırtlanacak kiyasettedir. Bu yüzden bir kitabımın adındaki deyişle ‘Osmanlı Adası’nın önce zihinlerimizde gerili tutulduğu “çarmıh”tan indirilmesi şarttır. Merhum Üstad Sezai Karakoç bir yazısında “Ayasofya çarmıhtadır” diye yazıyordu, Ayasofya Camii 80 küsur yıl sonra, 24 Temmuz 2021’de “çarmıh”tan indirilip ümmete iade edildi. Gelin görün ki, öz hikâyemizi anlatan Osmanlı tarihi hâlâ çarmıhtadır ve milletine kavuşacağı has günü hasretle beklemektedir.
Kabul edelim ki, mevcut cüssemize indirgenemeyen, uzun veya geniş gelen, ateşteki tencere gibi çorbayı kenarından sürekli taşıran bir tarafı var bu soylu Osmanlı adasının. Onun çehresini 777 bin kilometrekare içerisinden algılamaya çalışmak, cüssesini Anadolu platosuna sıkıştırarak anlatmaya kalkmak demek sırtına modern şablonlar yüklemek, efsanedeki zalim Prokrust gibi o görkemli tabloyu kırpıp fakir beyin dolaplarımıza tıkıştırmak anlamına gelir. Nitekim Urfalı Prokrust da tıpkı bizim gibi standart ebatlardaki yataklarına uzun boyluların bacaklarını kırıp kısa boyluların gövdelerini çekip uzatarak işkenceyle yatırmıyor muydu?
İmparatorluk devrinin o engin, rengin ve zengin coğrafyasının sadece ve sadece “bir” paftasında yaşadığımızı ve heyet-i mecmuasını o paftanın sınırlı ufku içerisinden görmeye zorlandığımızı bilelim. Yunanistan’dan Cezayir’e, Yemen’den Ukrayna’ya, Mısır’dan Gürcistan’a, Hazar Denizi’nden Hint Okyanusu’na kadar onlarca din, mezhep, devlet ve kavim onun engin haritasının parçaları üzerinde ikamet etmesine rağmen travmatik beyinler, tasavvur kabiliyetleri, algı eşikleri, hissiyat, ne varsa bu “Kayıp Atlas”ın encamını kavramaktan aciz hale getirilmiş durumdadır. Bu yüzden o muhteşem bütünlüğe yönelik her anlama seferimizde ister istemez Cumhuriyet döneminin maalesef sakat “Türkiye Türkçülüğü” politikasının ürünleri olan bir ucube, bir tür karikatür, hatta bir “hilkat garibesi” fırlayıverir çalışma masamıza.
“Osmanlı mucizesi” denilince Macaristan’daki sarıklı kadıdan tutun da Somali’deki esmer fellaha, Cezayir’deki kır sakallı deniz gazisinden Adriyatik’teki uyanık Raguzalı tüccara, Selanik’teki bıyıkları yeni terlemiş Mevlevi dervişinden Süleymaniye Külliyesinin inşaatında çalışan Kayserili taşçı ustasına… ve hem musıki, hem de hat sanatlarının ikisinde birden zirveye çıkan ama olanca şöhretini bir dervişlik hırkası karşısında bozuk para gibi harcamaya hazır Kazasker Mustafa İzzet Efendi’den son mahya ustalarından Abdüllatif Efendi’ye, kaliteli musiki meşk etmek ve dinleyerek gönlünü ferahlatmak istediğinde Mevlevihanenin yolunu tutan Ermeni musikişinas Nikoğos Ağa’dan neyi ile Chopin’den parçalar döktüren Yenikapı Mevlevihanesi’nin son postnişini Hüseyin Fahreddin Dede’ye kadar yatay ve dikey dilimler halindeki milyonlarca isim ve resim ile onlarca neslin alın terinden, göz nurundan, bilek gücünden, ruh sütunlarından dikilen muazzam bir renk armonisine sahip tılsımlı elbiseyi kastediyoruz.
Bu coğrafyada yaşayan nice halklar hangi dahiyane maharetle idare ediliyor, bu denli farklı soy, sop, din ve dilden insan ve cemaat ne tür bir sihirli tutkalla bütüne raptediliyor, varlıkları hangi sırlı kazanda karıştırılıp onlardan bugün cümle âlemin hayran kaldığı ihtişamlı sanat ve kültür ürünleri sıcağı sıcağına servis edilebiliyordu umumi medeniyet dünyasının bitimsiz duvarına?
Yorum Yazın