Osmanlı kurtlaşmadan aç kurtlarla savaştı
300 yıldır “çözülme” ve “gerileme”ye müptela olduğumuz görüşü, gerileyenin sadece biz, ilerleyenin ise sadece Avrupa veya Batı olduğu gibi bir ideolojik bakış, hatta Alasdair McIntyre’ın deyişiyle, “ahlakî vakum” içinden bir gerçeklik üretme derdindedir. Bir bakıma ilerleme ideolojisinin negatifi karşısındayızdır.
İlerleme? Neye göre ve tam olarak nedir ilerlediği söylenilen şey? Hangi nokta baz alınmıştır ilerleme endeksine? Böyle sabit bir Arşimed noktamız var mıdır tarihte? Elbette ilerleyen birileri olunca kaçınılmaz olarak da birilerinin aleyhine gelişmesi gerekir bu sürecin ve gerileyenlerin de bulunması oyunun gereğidir. O zaman da şu soruyu sormak gerekmez mi acaba: Avrupa’nın ya da Batı’nın daima ilerlediğini kim söylemiştir?
Gerileme (decline) söylemi hakkında İngiltere’de çıkan akademik bir çalışma[1] Osmanlı Devleti ayakta iken “çöken” Avrupa devletlerinin tarihlerini mukayese ediyordu. Yazara göre Avrupa’daki çöküşlerin (Bizans, Venedik, İspanya ve Portekiz örnekleri üzerinden) yaygınlığına rağmen göze batmamış olmasının sebebi, çöken sistemlerin yerini bir başka sistemin alması, böylece dışarıdan sanki çöken bir şey yokmuş gibi mat bir görüntü vermesidir. Oysa Osmanlı örneğinde gördüğümüz ve “çözülme” dediğimiz iddia, tek bir siyasî ve idarî yapı (bütün) üzerinde odaklanmış durumdadır ve bu büyük yapının sanki tek bir gövde gibi algılanması sonucunda onun sürekli kan kaybettiği ve çöktüğü gibi bir izlenim hasıl olmuştur. Yani aslında birçok gövdeden oluşan Avrupa’yı biz tek bir gövde gibi görüyor ve o gövdenin içindeki çeşitli çöken noktaları, eksileri, yoklukları hep görmezden gelerek ve artılarını hep bu gövdenin tamamına hamlederek yorumluyoruz. Eksiler lokal, artılar geneldir!
Buna mukabil sıra Osmanlı’ya geldiğinde ölçü tam tersine dönüyor, yani ikiyüzlü bir strateji izlediğimiz gözden kaçmıyor. Kendisinin tek bir memleketi değil, memleketleri yönettiğini Memâlik-i Osmâniye (Osmanlı Memleketleri) diye ilan eden Osmanlı Devleti’ni birçok parçadan oluştuğu halde yekpare olarak algılamak, buna mukabil ondaki bölgesel gelişmeleri (mesela Mısır, Halep, Selanik veya Raguza’daki ekonomik veya askerî gelişmeleri) lokalize ederek nötrleştiriyoruz, olumsuz gelişmeleri ise ustaca gövdenin genelindeki (Osmanlı’daki) çözülmenin mutlak alametleri hanesine kaydediyoruz. Hayalî bir Batıdünyası ile hayalî bir Osmanlı dünyası arasındaki savaşlar cereyan ediyor kafamızda. Osmanlı Devleti, son meydan savaşını kafalarımızda veriyor adeta!
Nitekim çığır açan Fransız tarihçi Fernand Braudel’in “19. yüzyıldan önce Osmanlı’nın gerilediğinden söz edilemez” dediğini ve bu gerileme için genel bir tarih değil, coğrafi bölgeler için ayrı ayrı tarihler verdiğini (“Balkanlar için 1800’ü; Mısır ve Doğu Akdeniz için herhalde 19. yüzyılın ilk çeyreğini; Anadolu için 1830’lu yılları seçerdik” diyordu) ibretle okumamız gerekmez mi? Ve şu tefekkür taşan cümlelerini de:
“Osmanlı uzmanlarının ağızlarından eksik etmedikleri bu tehlikeli bozulma kelimesi o kadar çok unsuru gündeme getirmektedir ki, her şeyi açıklama kastıyla, her şeyi karıştırmaktadır.”
“Osmanlı’nın batışı da muhteşemdi!” derken, önyargılar ve ilerleme fikrinden uzak bir şekilde baktığımızda ve emsali devletlerle karşılaştırıldığında Osmanlı gücünün sırrına ve bu gücün dayandığı bir tür saflığa rastlarız. Bu saflıktır işte Osmanlıları modern dünyanın şeytanlıkları, emperyalizmin acımasız mantığından, kapitalizmin insanlığı boğan mantığından uzak tutan faktör. İşte aynı zamanda bu inatla korunmuş saflıktır bizi “geri bıraktıran” faktör.
Modern dünyanın kurtlarına karşı, kurtlaşmadan mücadele etmenin tarihidir Osmanlı’nın son 300 yılının tarihi. Deli Petro’nun Rusya’da yaptığı gibi kurtlaşma yoluna girmiş olsa işi çok daha kolaydı belki, ama sanki kaybedeceği çok önemli şeyler varmış gibi, bu yola tevessül etmek istemedi. İyilik, hayr yeryüzünde ayakta kalsın diye iyilerin bilmecburiye kurtlara kaptırılmasının hikâyesidir “çözülme” dediğiniz şey.
[1] J. K. J. Thomson, Decline in History: The European Experience, Polity Press, 1998, s. 191
300 yıldır “çözülme” ve “gerileme”ye müptela olduğumuz görüşü, gerileyenin sadece biz, ilerleyenin ise sadece Avrupa veya Batı olduğu gibi bir ideolojik bakış, hatta Alasdair McIntyre’ın deyişiyle, “ahlakî vakum” içinden bir gerçeklik üretme derdindedir. Bir bakıma ilerleme ideolojisinin negatifi karşısındayızdır.
İlerleme? Neye göre ve tam olarak nedir ilerlediği söylenilen şey? Hangi nokta baz alınmıştır ilerleme endeksine? Böyle sabit bir Arşimed noktamız var mıdır tarihte? Elbette ilerleyen birileri olunca kaçınılmaz olarak da birilerinin aleyhine gelişmesi gerekir bu sürecin ve gerileyenlerin de bulunması oyunun gereğidir. O zaman da şu soruyu sormak gerekmez mi acaba: Avrupa’nın ya da Batı’nın daima ilerlediğini kim söylemiştir?
Gerileme (decline) söylemi hakkında İngiltere’de çıkan akademik bir çalışma[1] Osmanlı Devleti ayakta iken “çöken” Avrupa devletlerinin tarihlerini mukayese ediyordu. Yazara göre Avrupa’daki çöküşlerin (Bizans, Venedik, İspanya ve Portekiz örnekleri üzerinden) yaygınlığına rağmen göze batmamış olmasının sebebi, çöken sistemlerin yerini bir başka sistemin alması, böylece dışarıdan sanki çöken bir şey yokmuş gibi mat bir görüntü vermesidir. Oysa Osmanlı örneğinde gördüğümüz ve “çözülme” dediğimiz iddia, tek bir siyasî ve idarî yapı (bütün) üzerinde odaklanmış durumdadır ve bu büyük yapının sanki tek bir gövde gibi algılanması sonucunda onun sürekli kan kaybettiği ve çöktüğü gibi bir izlenim hasıl olmuştur. Yani aslında birçok gövdeden oluşan Avrupa’yı biz tek bir gövde gibi görüyor ve o gövdenin içindeki çeşitli çöken noktaları, eksileri, yoklukları hep görmezden gelerek ve artılarını hep bu gövdenin tamamına hamlederek yorumluyoruz. Eksiler lokal, artılar geneldir!
Buna mukabil sıra Osmanlı’ya geldiğinde ölçü tam tersine dönüyor, yani ikiyüzlü bir strateji izlediğimiz gözden kaçmıyor. Kendisinin tek bir memleketi değil, memleketleri yönettiğini Memâlik-i Osmâniye (Osmanlı Memleketleri) diye ilan eden Osmanlı Devleti’ni birçok parçadan oluştuğu halde yekpare olarak algılamak, buna mukabil ondaki bölgesel gelişmeleri (mesela Mısır, Halep, Selanik veya Raguza’daki ekonomik veya askerî gelişmeleri) lokalize ederek nötrleştiriyoruz, olumsuz gelişmeleri ise ustaca gövdenin genelindeki (Osmanlı’daki) çözülmenin mutlak alametleri hanesine kaydediyoruz. Hayalî bir Batıdünyası ile hayalî bir Osmanlı dünyası arasındaki savaşlar cereyan ediyor kafamızda. Osmanlı Devleti, son meydan savaşını kafalarımızda veriyor adeta!
Nitekim çığır açan Fransız tarihçi Fernand Braudel’in “19. yüzyıldan önce Osmanlı’nın gerilediğinden söz edilemez” dediğini ve bu gerileme için genel bir tarih değil, coğrafi bölgeler için ayrı ayrı tarihler verdiğini (“Balkanlar için 1800’ü; Mısır ve Doğu Akdeniz için herhalde 19. yüzyılın ilk çeyreğini; Anadolu için 1830’lu yılları seçerdik” diyordu) ibretle okumamız gerekmez mi? Ve şu tefekkür taşan cümlelerini de:
“Osmanlı uzmanlarının ağızlarından eksik etmedikleri bu tehlikeli bozulma kelimesi o kadar çok unsuru gündeme getirmektedir ki, her şeyi açıklama kastıyla, her şeyi karıştırmaktadır.”
“Osmanlı’nın batışı da muhteşemdi!” derken, önyargılar ve ilerleme fikrinden uzak bir şekilde baktığımızda ve emsali devletlerle karşılaştırıldığında Osmanlı gücünün sırrına ve bu gücün dayandığı bir tür saflığa rastlarız. Bu saflıktır işte Osmanlıları modern dünyanın şeytanlıkları, emperyalizmin acımasız mantığından, kapitalizmin insanlığı boğan mantığından uzak tutan faktör. İşte aynı zamanda bu inatla korunmuş saflıktır bizi “geri bıraktıran” faktör.
Modern dünyanın kurtlarına karşı, kurtlaşmadan mücadele etmenin tarihidir Osmanlı’nın son 300 yılının tarihi. Deli Petro’nun Rusya’da yaptığı gibi kurtlaşma yoluna girmiş olsa işi çok daha kolaydı belki, ama sanki kaybedeceği çok önemli şeyler varmış gibi, bu yola tevessül etmek istemedi. İyilik, hayr yeryüzünde ayakta kalsın diye iyilerin bilmecburiye kurtlara kaptırılmasının hikâyesidir “çözülme” dediğiniz şey.
[1] J. K. J. Thomson, Decline in History: The European Experience, Polity Press, 1998, s. 191.
Yorum Yazın