Ölüm Odası’ndan İntibalar ve Şükrü Sak
24 Mayıs Cuma...
“Sabah 9 gibi arama geldi. İdarenin fazla çarşafı varmış, onu aldılar. Bir de ayaklarını kesip küçülttüğüm iskemlenin parçasını soruyor. N’apacaklarsa?... Bıraktılar tekrar. Başgardiyanlardan biri Kumandan’la konuşuyor. Müdür, askerle konuşuyor. Arama gitti. Ortalık epey dağıldı...
(Bilmeyenler için ‘arama’nın ne demek olduğu... Arama: bir anda kapınız açılır, içeri asker, gardiyan dolar, hücredeki bütün eşyalarınız dağılır, bütün düzeniniz bozulur. Asker ve gardiyan şiş, bıçak vesaire gibi delici, keskin aletler aramaktadır ama aslında bu da değildir. ‘Siz burada esirsiniz, bu eşyaları, bu düzeni istediğimiz an girip dağıtabiliriz, burada hiçbir şey sizin elinizde ve kontrolünüzde değildir, mahkumsunuz bunu unutmayın!’ mesajıdır. Bunu, hücrenize, koğuşunuza daldıkları an anlarsınız. Bazen kitaplarınızı dağıtırlar filan, önce üzerinizi ararlar vesair...)”
Bolu F Tipi Cezaevi’nin koğuşlarında herhangi bir gün yaşananlardan ...
Şükrü Sak’ın yazmış olduğu “Ölüm Odası’ndan İntibalar” isimli kitabı, elime geçtiği andan itibaren okumaya başlamıştım. Şükrü Sak’ın, Salih Mirzabeyoğlu ile 2013 yılında cezaevinde tekrar karşılaşmasının o büyülü atmosferi içinde başlayan bu kitap, bir fikir adamı ile bir gazetecinin yaşadıklarını anlatan günlük mahiyetinde.
Necip Fazıl’dan sonra fikir geleneğini sürdüren bir fikir ve aksiyon adamı olan Mirzabeyoğlu’nun davası uğruna harcadığı çileli ömründen ipuçları barındıran ve bu dava erinin nasıl bir şahsiyetten doğduğu sorusuna cevap bulabileceğimiz bir eser olmuş Sayın Sak’ın kitabı.
Günlük tarzında yazılmış olması okuyucunun merakını sürekli taze tutuyor. Kendinizi Mirzabeyoğlu ve Sak’ın sohbetlerinin içinde buluyorsunuz. Cezaevinin duvarlarında yankılanan sohbetin en yakın tanığı olmak; okuyucu için zamanın durması ve sanki bir sinema perdesinden izler gibi o anlara şahit olmak demek.
Tutulan günlükler 18 aylık bir dönemi kapsıyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun 4 Mayıs 2018’de beyin kanaması geçirmiş olmasına ithafen kitaptaki ilk günlük de 4 Mayıs 2013 tarihli. Son günlük ise 25 Haziran 2014. Bu da Mirzabeyoğlu’nun Kartal’da “idam-ı nefs- kendini feda” tarihine vurgu yapılmak için seçilmiş.
Mirzabeyoğu “Ölüm Odası” adını verdiği hücresinde de devrimci mücadelesine devam ediyor. En zor şartlarda dahi fikri mimariyi inşâya devam edebilmesi ve bunu bir meleke haline getirmiş olması Ölüm Odası’nın perspektifinden okuyucuya yansıyan en önemli kazanım olmuş kitapta.
Savunduğu değerler uğruna özgürlüğünden vazgeçecek kadar asil ve dik duruşlu bu insanların uğradıkları her türlü işkenceye rağmen hayata nasıl tutunduklarına, Rabb’lerine nasıl bir teslimiyet gösterdiklerine, varlık ile yokluk arasındaki o ince çizgide nasıl gidip geldiklerine satırlardan süzülen o duygu yoğunluğu içinde şahit olacaksınız okurken.
Başına gelmedikçe, insan bazı şeylerin farkına varamaz. Bir cezaevi duvarının dibinde gecenin 3’ünde gözden süzülen yaşların kalpte bıraktığı acıyı anlayabilmek için o duvarın dibinde dizlerini büküp oturmak gerekmez mi? Havalandırmada volta atarken adımları saymak, ranzada yatarken saniyeleri saymak, uyuyup da uyandığında rüyanda gördüğün evini özlemiş olmanın o ince ıstırabını ciğerinde hissetmek...
Gecenin karanlığında, hücrenin penceresinden biraz eğilerek baktığında görünen gökyüzü... Gökyüzü değil, gökyüzünün bir parçası... Parmaklıklar arkasından...O derin sessizlik ve karanlıkta, bu konuşma sesleri de, uzay boşluğunda yankılanır gibi bir tuhaf...Gökyüzünün altında esaret duygusu... Gece karanlık ve sessiz... Zaman sessiz ve derin... Derinlik ürkütücü ve boğucu...Zaman nereye akar, her şey nereye...
...ve tedarik edilmenin hep tedirginliğinin yaşandığı kantin muhabbetleri... yedek var mı? Pencereden uzat... listeye ekledin mi? Çay var hazır, buyurmaz mısınız efendim? Sallama mı? Yok, yeni demledim efendim...
İmam- Rabbani ile başlayıp İbn-i Arabi ile devam eden ora dan Abdilhakim Arvasi Hazretlerine ve Necip Fazıl’a uzanan eşsiz sohbetler... Her ânı kaleme alınmaya değer bu kelimler neler mi? Bizi dirilten nefes... Her kelime bir ışık... Her kelime bir soluk... Kim’le olduğunun şuuru ve bilinci ile yazılmış bu eser sizleri yeri geldiğinde bir duygu girdabının içine çekecek hem de Mirzabeyoğlu ve Sak cephesinden hakikatı görme fırsatı sunacak.
Haziran ayı içinde dağıtıma sunulacak bu kitabı okumanızı tavsiye ederken, satırlarıyla Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na bambaşka bir çehre kazandıran Sayın Şükrü Sak’a emeği, azmi ve sabrı için de şükranlarımı sunuyorum.
Bu vesile ile kendisine haksız yere verilmiş olduğuna inandığım ceza kararı için de birkaç kelime etmeden geçemeyeceğim.
Bilindiği üzere Şükrü Sak, Eren Erdem gibi bir adamın şikâyeti üzerine, doğrudan kendisini ilgilendirmeyen bir hakaret meselesini sırf haber yaptı diye 14 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bir gazeteciye, “bir başkasının ifadesini” yorum katarak haberleştirdiği için bu denli ağır bir ceza verilmesi hangi hukuk anlayışla bağdaşır anlamak mümkün değil.
Mahkemenin “kamu görevlisine, görevinden dolayı hakaret” dediği mesele Şükrü Sak’ın Eren Erdem ile ilgili iddiaları haberleştirmesi- yani varsa eğer hakaret- onu yapan da başkası.
Kamu görevlisi dediği de; "Silahlı terör örgütü hiyerarşisine dâhil olmadan bilerek ve isteyerek örgüte yardım etme" suçundan içeride tutuklu bulunan bir şahıs!
Hadi diyelim ki kamu görevlisi, o halde asıl hakareti yapan kişi hakkında neden herhangi bir dava açılmadı? Neden Şükrü Sak?Ve neden 14 ay hapis cezası? Burada bir tuhaflık yok mu?
CHP'li Eren Erdem’e bir başkası hakaret ediyor ancak cezayı Şükrü Sak alıyor! Görülmüş bir şey değil bu.
Bu haksız kararın en kısa sürede düzeltilmesini ve bu konuda gerekli adımların atılmasını diliyorum.
Zaten kitabı okuduktan sonra da Sayın Sak’ın sormuş olduğu “Biz neden her devrin mahkumuyuz?” sorusuna sizler de hak vereceksiniz...
Yorum Yazın