Mustafa ARMAĞAN

Mustafa ARMAĞAN

Mail: marmagan1@hotmail.com

1. Dünya Savaşında şehit eşleri ne acılar yaşadı?

Bundan 90 yıl önce basılmış bir gazete... 
Siyah başörtülü, yüzünden keder damlayan yaşlıca bir kadının fotoğrafı. 
Yazının başlığı “Bir şehit karısı anlatıyor”.
Okur okumaz aklıma Arthur Koestler’in Toprağın Tortusu adlı romanındaki beni o sayfaya mıhlayan cümle düşüveriyor:
“Köyün dükkânlarındaki genç kadınların gözleri ağlamaktan şiş. Yaşlılar, 1914’ün dulları, siyah elbiseleri, üzgün ve gururlu bakışları ile sokaktan geçiyorlar.” 
Ah o siyah elbiseler giyinmiş (matem devam ediyor zira), üzgün ve gururlu bakışlarıyla sokaktan geçen 1914’ün dulları… 
Hikâyeleri yazılmamış 1914’ün dulları yalnız Koestler’in anlattığı Fransız köyünde değil, bizim coğrafyamızda da dizi diziydi.
Bilir misiniz ben çocukluğumda onlardan birini tanımıştım. 
Büyük amcamın hanımı olurdu kendisi. Hamide idi adı. “Seferberlikteyken…” diye söze başladığında bilirdik ki sıcak yatağından askere alınmış olan ilk göz ağrısını anlatacaktır. 
Gitmiş de dönmemiş Mehmet Emin amcamız. Dönmediği gibi öldü mü, kaldı mı kimselerin bilmediği bir akıbet meçhulüne yuvarlanmış.
Sık sık içini çekerdi Hamide nine, bu kısacık ama mesut evlilik günlerini evirip çevirip anlatırdı Binbir Gece Masallarından biriymiş gibi.
Yalnız bu masalın sonu epeyce acıklıydı. 
Tam 7 yıl beklemişti kocasının dönmesini. Sonunda bir kuyuya okuyup üflemiş ve eşinin ölüsünü gördükten sonra çaresiz baba evine geri dönmüştü.    
Okuduğum söyleşideki “Şehit karısı” Mevlûde Hanımın anlattıkları bu hatıraları ihtar etti bana. 
Hem fakirin kirpiklerimi ıslattı, hem de çocukluğumda rahmetli Hamide nineden defalarca dinlediğim, savaşın sadece cephede ateş ve barut arasında değil, geride bıraktığı sessiz evinde de açlık, sefalet ve çaresizlik dalgaları altında cereyan ettiğini hatırlattı. 
Birinci Dünya Savaşı’na girişimizin 110. yıldönümünü idrak ettiğimiz şu günlerde bu 90 yıllık olağanüstü söyleşiyi nazar-ı dikkatinize sunarken metinde Çanakkale Harbi’nin dehşetine dikkat çekildiğini fark edecek, dahası kocalarını, babalarını, oğullarını ve kardeşlerini askere gönderen zavallı kadınların, yani “1914’ün dulları”nın çektiklerine bir yıldızın uzaya düşmesi gibi ağacağız. 
Bilin ki o yıldızın düştüğü yer milletin hafızasıdır.
İşte o müthiş söyleşiyi beraberce okuyalım…


Büyük Harbin 20 nci yıldönümünde
Bir şehit karısı anlatıyor
Yazan: Suat Derviş


Mevlûde Hanım başını bana kaldırıyor. Her çizgisinde çektiği bir mihnetin izi olan yüzünde büyük bir hayret okunuyor:
⦁    Yirmi sene ha?!... diyor. Yirmi sene geçmiş öyle mi?
Sıcak bir rüzgâr esiyor. Esen rüzgâr neşeli neşeli onun siyah başörtüsüyle oynuyor. Halbuki onun ciddi yüzünde hiç de neşe yok. Karşımızda oturuyor. Bahçenin bilmiyorum neresinden bulup getirdiği kocaman bir taşın üzerinde… Bir elinde bir çöp var, dalgın dalgın toprakları eşeliyor. Öbür eliyle yaramaz torununu zaptetmeğe uğraşıyor:
-Hanımcığım siz yirmi sene diyorsunuz ama büyük seferberliğin ilânından beri bana yirmi ay bile geçmiş gibi gelemiyor. Her şey dün gibi, dün kadar yakın… Ölülerimizin acısı henüz ciğerimizden çıkmadı. Yüreğimizdeki yangınlar henüz sönmedi ki… Zaten o günleri görenlerin onu bir daha unutmalarına imkân var mı hiç…
-Sizin çok fena hatıralarınız var galiba Mevlûde Hanım, diyorum.
-Fena mı?.. O günlere fena demek bir iltifattır hanımcığım… Fena da söz mü… Çektiklerimiz anlatmakla bitmez, nakletmekle tükenmez ki… Büyük muharebenin sıkıntılarını çekmeyenler dünyada başlarına ne gelirse gelsin biz, keder, cefa çektik derlerse Allah’ın gücüne gider… Seferberlik ilân edildiği zaman eğer bize başımıza gelecekleri biri söylemiş olsa buna inanmazdık… Esasen harbin bu kadar uzun süreceğini de hiç kimse tahmin etmemişti.
Seferberlik olur olmaz ön ağızda erkek kardeşim gitti. İkinci sevkiyatta kocamı aldılar… Hiç unutmam, bir Ramazanın on beşiydi… Çıktı, hepimizi bıraktı gitti… O zaman biz yeni evli idik. Yani yeni sayılırdık. Ancak üç senelik… Mehmedim iki yaşındaydı. Fahrettin henüz dünyada yoktu. Evvelâ galiba talim görsünler diye mi nedir onları Edirne’ye yollamışlar. Arkadan Tekirdağı’na sevkedildiklerini duyduk. 
İstanbul’dan ayrıldığının tam elli birinci günü idi. İstanbul’a gelmiş. Onu evin kapısında görünce sevinç delisi oldum. Boynuna sarıldık. Her şey bitti zannettim. Halbuki bitmemiş. Daha terhis olmak filân yok. Onları İstanbul’a getirmişler. Sultantepesi’nde imişler… Gittim, bir cuma da ben onu gördüm. O cuma ona yalvardım: “Yahu mademki İstanbul’dasın, bari bizi sık, sık gel de gör izin al” dedim. “Hanım, sizi gelip görmeği istemez miyim hiç dedi. Ne yapayım askerlik bu… Fakat elimden gelen gayreti yaparım. Belki sizi gelir on beşte bir görürüm.” 
Sevinçle eve döndüm. On beşi iple çektim… Ne gezer… Ne on beş, ne yirmi beş… Bizimki ortada yoktu… Birisi geldi: “Galiba sizinkileri Çanakkale’ye yollamışlar” dedi. Harpte asker karılarının, asker analarının en korktuğu yer Çanakkale değil miydi?... Yüreğime indi. Çocuğu evde anama bıraktım. Koşarak Sultantepesi’ne gittim. Nerede o çadırlar? Yerlerinde yeller esiyor. Orada birini buldum, sordu: “Onları bir gün toplayıp Çanakkale’ye gönderdiler” dedi. Yarı baygın bir halde ve döndüm. Çanakkale’de bir erkeği olmak… Bunun ne demek olduğunu Büyük Harbe yetişenler bilirler.
Ne yapacaktım, onu nerede, nasıl bulacaktım; nerelerde aratacaktım? Okuması yazması olmayan cahil bir kadındım. Fırkasının, alayının, taburunun ne olduğundan haberim yoktu. Gecem, gündüzüm gözyaşı içinde bir taraftan sefalet, bir taraftan mahrumiyet, bir taraftan acı, bir taraftan gebelik… 
Bir ay geçti; iki ay, beş ay, altı ay haber yoktu. Yedinci aydaydık. Kardeşimin karısı odama koştu: “Abla, dedi. Yıldız Hastanesinden bize bir kart gelmiş, bizi çağırıyorlar.” “Yıldız Hastanesinden mi?” dedim. Cephede iki erkeğimiz vardı. Ya kardeşim, ya kocam. İkisinden birine muhakkak bir şey olmuştu. Akşam ortalık kararmıştı. Koştuk; bizi hastaneye, geç diye almadılar. İki kadın ağlayarak, dövünerek eve döndük… Sabahı nasıl ettik bilmiyorum. Acaba cenazelerine mi yetişecektik. Ertesi gün hastaneye gittik, kartı gösterdik. “Sizi Hasan onbaşı çağırtmış” dediler. Hasan onbaşı…. Biz onu tanımıyorduk. Fakat yatağının yanına gittik. Yatakta genç bir civan yatıyordu. Başı sarılı idi. Meğer kocamın onbaşısı imiş. Kocam ona: “Benim okumam, yazmam yok, karıma yazamıyorum. Gidersen kuzum onu gör, kâğıt bulursam yazdıracak adam bulamıyorum” demiş. Kocamın hayatta olduğunu duyunca ve yaralının kardeşim olmadığını görünce öyle sevinmiştim ki; oraya dizüstü düştüm. Onbaşının dizlerini ağlayarak öptüm. 
Onbaşının yarası hafifmiş. On beş gün sonra iyileşti. Giderken onunla bizimkine çamaşır, tütün ve kâğıt kalem yolladım: “İşte bu kâğıdı, kalemi yanında bulundurun, okur yazar birine tesadüf ederse hemen bana yazdırsın” dedim. Hasan onbaşı gitti. Fakat daha mektup gelmeden evvel gene Hasan onbaşı geldi. Yiğit genç bu defa da kolundan yaralanmış, gene bizimkinden haber getirdi. Gene iyileşti, gitti. Bir kere daha yaralı geldi… Sonra gitti… O gittikten sonra tam dört ay gene habersiz kaldım… Ah o dört ayın bitmez tükenmez geceleri. Her gece sabaha kadar “Allahım onu muhafaza et” diye dua ederdim. 
Dört ay sonra idi. Bir akşam ortalık kararmıştı. Bir telgraf geldi: “Bu kâğıdı alır almaz Bakırköyü’ne gel, oradayız. Fakat hemen sevkolunacağız.” Gece, akşam dinlemedim. Gittim, Bakırköyü’ne geldim. Orada bir çayır gibi, meydan gibi bir yerde bir hercümerç. İnsan, at, katır, deve, top arabası, çadırlar karmakarışık… Ortada bir ateş yanıyor, kenarda binlerce bitli esvap o ateşe atılmak için yığılmış…. Bu insanların arasına korka, korka sokulduk. Bunlar bizim tanıdığımız insanlara benzemiyordu. Sanki her biri bir başka dünyadan gelmişti. Üstlerinde lime lime esvaplar vardı. Kavrulmuş tenleri, deli bakışlariyle dolu gözleri vardı. Yüz göz alelacayipti. Bunların içinde, korka korka ilerliyorduk, birden biri bizi çağırdı. O… Yoksa biz onu kabil değil tanıyamazdık ki. 
Aman yarabbim kocam ne hale girmişti? Cepheye yolladığım sarışın aslan gibi delikanlı yüzünün derisi yağmur görmemiş toprak gibi çatlamıştı. Saçı sakalı, bıyığı, kaşı birbirine karışmıştı. Üstünde paçavralar, ayağında sarılı bezler vardı. Onu bu halde görünce ağlamağa başladım. Fakat gene yavrum… O beni teselli etti: “Yahu ağlama, dedi. Bunların hepsi geçecek… Bu bizim vazifemiz. Biz bunları seve seve çekiyoruz.” O gece zabitine yalvardım, yakardım, eve gelmesine müsaade aldım. Fakat şafakla beraber dönmesi lâzımdı. Eve geldik. Ancak evceğizinde 3,5 saat kaldı, fakat zavallı kocam ne kadar değişmişti. Bir yabaniye, bir vahşiye dönmüştü. Oturmasını, konuşmasını unutmuştu. Yeni doğmuş yavrusuna bakmadı bile… Ben üç buçuk saat ağladım… 
O gitti. Onları şafakla beraber yolladılar… Nereye, kimse bilmiyordu. “Ben sana yazarım” dedi ve birkaç zaman sonra Şam’dan bir mektup aldım. “Musul’a gidiyoruz, bana Musul’a yaz” diyor ve benden çamaşır, tütün, öteberi istiyor. Bir paket yaptım, Musul’da verdiği adrese yolladım. Altı ay bir haber alamadım. Altı ay sonra paketimi iade ettiler… O alay… o tabur ortadan kaybolmuş. Allahım bu nasıl bir afetti… Bu nasıl kıyametti. Binlerce can ile alay alay, tabur tabur asker ne olmuştu?.. Acımızı bile tadamadık. 
Çocukların nafakasının, kendi nafakamın derdine düştüm. Tahta, çamaşır, iş yapıyor, ölmemeğe uğraşıyordum.  Önceleri Hilaliahmer (Kızılay) kırk kuruş oda kirası verdi. Fakat çok sürmeden kestiler. Önceleri iki aya kadar da asker ailelerine mercimek, bulgur, fasulye dağıttılar. Fakat sonra kesildi. Yalnız mütarekenin sonuna kadar doksan kuruş maaş aldım. Adam başına otuz kuruş..
Günde adam başına yüz dirhem mısır ekmeğimiz vardı. Başka bir şey almağa da iktidarımız yok gibiydi… Mısır ekmeği… Bugün bir köpeğin önüne atsanız, başını çevirir… Halbuki o zamanlar ne nimetti… Oğlum geceleri uyanır: “Anne, ne olur, biraz ekmek ver” diye ağlardı. Ben de aç yatar, o bir parça ekmeği oğluma saklardım. Tahtadan, çamaşırdan ne kazanılır?  Vesikasız ekmeğin bir okkası 60 kuruştu. Hatta zaman olurdu iş bulurduk da açlığın verdiği mecalsizlikten gidemezdik. Bir gün kardeşimin karısı çamaşır vardı, yapamadı. Hüngür, hüngür ağlıyordu: “Açım.. Açlıktan mecalim yok, gidemem” diyordu. 
Harp böyle geçti. Bitince bütün kederler bitti zannettik. Bazılarının ehli ayali döndü. Halbuki benimki gelmedi. Künyesini bile bulamadım. Kaybolmuş.. Ne olmuş malûm değildi. Uzun uzun onu aradım. Hastanelere gittim. Bacaksız, kolsuz, kör, et parçası gibi biçarelerin arasında onu tanımağa uğraştım. Esir kafileleri geldikçe çıplak ayak gidip içlerinde onu bulmağa uğraştım. Gelmedi… Gelmedi… Gelmedi. 
Siz seferberlik olalı bugün tam yirmi sene diyorsunuz… Halbuki yeminle söylüyorum, bana dün gibi geliyor.”
Gözkapaklarını ağır, ağır örttü. Göz damarlarında biriken iki damla yaşı bizden sakladı.
***
Mevlûde Hanım şimdi Tramvay Şirketinde çalışan Reşit Efendi’nin karısıdır. İki oğlunu bütün zahmetlere, meşakkatlere rağmen büyütmüştür. Büyük oğlu Mehmet iyi bir kunduracı ustasıdır. Küçüğü Fahrettin de sinemada figüranlık yapar.
SUAT DERVİŞ
Cumhuriyet, 2 Ağustos 1934.

 

Yorum Yazın

casibom-deneme bonusu-